Biri size “Falancaların evi nerede?” diye sorduğunda, yolu tarif edersiniz ya; “Filanca sokaktan gir, bilmem ne marketin yanı…” diye. Yolunuz bizim oralardan geçerse de biri mutlaka gösterirdi: “Şurası Üstünbaş’ların evi” diye.
Eskiden çevresi de kendisi gibi tek ya da en fazla iki katlı evlerle doluydu. Ama zamanla, upuzun binaların arasında bir gecekonduyu andırır hale geldi. Oysa bilseniz, bizim için ne kadar kıymetliydi o evin tuğlası, betonu, tahtası, bahçesi, toprağı, komşusu…
Üst bahçesinde kırmızı erik ağacı, tavuk kümesi… Alt bahçenin ucunda kocaman bir incir ağacı… Bahçenin yanı başında, altında serinlediğimiz dut ağacı… Ve bahçede bir sürü sebze…
Hani derler ya, “Dili olsa da konuşsa şu ev, kim bilir neler anlatır?” İşte ben de size, o evin söyleyemediklerini anlatmak istedim.
Ne acılar, ne sevinçler, ne mutluluklar gördü bu ev…
Dedem ve Anneannem…
Dedem Sefer Üstünbaş ve anneannem Hayriye Üstünbaş…
Hatırladığım kadarıyla dedem çok beyefendi, herkes tarafından sevilen, çalışkan bir adamdı. Tesisat işiyle uğraştığı için herkes ona “Sefer Usta” derdi. Beni de çok severdi. Benim bile çocuklarıma yapmadığım şeyleri o zamanlar benimle yapardı. Atçılık oynarken beni sırtına alır, evin içinde gezdirir, işe giderken beni de yanında götürür, ara sıra da birlikte camiye giderdik.
Anneannem ise anlatılmaz, yaşanır… Hayriye Sultan o! Annemler altı kardeştiler: Üç kız, üç erkek. Annem hep anlatırdı; “Anneannen bizi konuşmadan gözleriyle yönetirdi. Eve misafir geldiğinde ne yapmamız gerektiğini bir bakışıyla anlardık.” Hatta bir keresinde, kendisini kızdırdığı için annemin bacağına tığ sokmuş!
Ama anneannem bir o kadar da iyi ve sevgi doluydu, sadece bunu çok belli etmezdi. Hep sert mizacıyla tanınırdı. Kendine de çok dikkat ederdi. Bir keresinde doktor ona “Siyah zeytini azaltın, Hayriye Hanım” demiş. Kadın zeytini hayatından komple çıkarmış! Düşünün artık…
1967 – İncivez…
Yıl 1967. Zonguldak’ın İncivez semti…
İncivez, memleketimin ne fakir ne de çok zengin muhiti. O zamanlar kooperatif evleri çok meşhur. Dedem de bir kooperatife giriyor 1967’de ve 1968’de ailecek taşınıyorlar o eve.
Altı kardeş o evde büyüyor. Ama benim için asıl önemi, çocukluğumun orada geçmiş olması. Ben dedemle çocukluğumun en güzel yıllarını bu evde geçirdim. Annemler İstanbul’da çalıştıkları için beni yaz tatillerinde görmeye gelirlerdi. Ben beş yaşıma kadar Zonguldak’ta büyüdüm. Biraz dedemlerde, biraz teyzemlerde…
Şimdi bile Zonguldak’a gittiğimde, yüzünü bile hatırlamadığım insanlar, “Biz senin küçükken götünü çok yıkadık!” diyorlar. Sanırım herkesin kapısında bir anım var!
Beni öyle bir büyüttüler ki… Yumurta tavuğun altından çıkar, süt ineğin memesinden sağılır gelirdi önüme. Bir dediğim iki olmadı hiç. Haklarını hiçbir zaman ödeyemem. Hepsine Allah rahmet eylesin.
Üç Gün Üç Gece Sünnet Düğünü…
Bu ev hem acılar gördü hem de büyük mutluluklara tanıklık etti. İşte en mutlu olduğu günlerden biri…
Sanırım yedi yaşındaydım sünnet olduğumda. Ama öyle sanmayın ki kesilecek, akşama mevlid ve kına ile iş bitecek! Üç gün üç gece sürdü benim sünnet düğünüm!
Cihat amcam ve Lale yengem kirvelerim oldular. Ellerimden tuttular. Salondaki kanepe bana sünnet yatağı olarak düzenlendi, beyaz çarşaflar serildi, salon süslendi. Sünnetimi Zonguldak’ın en meşhur sünnetçisi yaptı. Adamın meşhur olması acıyı değiştirmedi tabii acı aynı acı
İlk gün sünnet olduktan sonra koşarak bahçedeki meşhur dut ağacına çıktım! Birinci akşam mevlid, diğer günler eğlence! Hem de ne eğlence… Dayımlar köçek dansı yapıyor, yemekler yeniyor, herkes “Ahmet’in pipisi kesildi” diye bir mutlu, bir mutlu anlatamam!
Büyüdüğümde de her bayram ve yaz tatillerinde mutlaka dedemlere giderdim ve tüm yazı Zonguldak’ta geçirirdim. Evet çok güzel anılarım var ama hayat hep yolunda gitmiyor…
Acının Kaldığı Yer…
Küçük dayım mühendisti ve işi gereği Soma’da yaşıyordu. Çok sigara içerdi. Kolon kanserine yakalandı ama sigarayı bırakmadı. Bence zaten kurtulamayacağını biliyordu. Uzun süre Soma’dan gelmediler. Annemle onu görmeye giderdik. Hastalık ilerledikçe sinirleri de yıprandı. Yeğenlerine bile bazen kötü davranıyordu ama hepimiz biliyorduk ki bunu isteyerek yapmıyordu.
Sonra Zonguldak’a, dedemlerin evine yerleştiler. Tüm sülale seferber oldu dayıma bakmak için. Isırgan iyi gelir dediler, çorbalar yapıldı. Zakkum çiçeği dediler, kaynatıldı. Herkes bir şeyler denedi, ama olmadı…
O gün geldi ve dayımı genç yaşta kaybettik.
Yengem, okumuş, kültürlü, biraz soğuk bir kadındı. Dayım vefat edince, köydeki aile mezarlığına gömülmesini istemedi. “Benim kocam mühendis, ne işi var köyde?” dedi. Oysa şimdi düşünüyorum da, ölünün nerede yattığının ne önemi var? Bırak, ailesinin yanında olsun, herkes dua etsin… Ama karısı ne dediyse o oldu ve dayım şehir mezarlığına defnedildi.
Bu olaydan sonra yengem uzun yıllar kimseyle konuşmadı. Yeğenlerimi de alıp İzmir’e taşındı.
Dedem ben küçükken vefat etmişti, dayımdan sonra da hatırladığım anneannemin vefatıydı bu evde. Acı bir yere yerleştimi çıkması ya zaman alıyor ya da orada temelli kalıyor.
Anneannem yalnız kaldığında, ortanca dayım ailesiyle yanına taşınmıştı.
Kızları Hülya ablam evliydi, oğulları Murat abim, Hafize yengem ve Mehmet dayım uzun süre anneannemle yaşadı bu evde. Hafize yengeme “Hafiz” diye seslenirdik, çok matrak bir kadındı, yaklaşık 150 kiloydu, yemek yapmayı da yemeği de çok severdi. Bacakları boğum boğumdu ama ayak bilekleri incecikti. Genelde tek kişilik bir koltukta otururdu mutfak kapısının yanında, hopppp diye oturur, oturdum mu da kalkması zor olurdu. Çok iyi hatırlıyorum hep kalkarken “Oy anacum anacum” derdi.
Yengemi de uzun yıllar sonra genç sayılabilecek bir yaşta çok geç fark ettiği ya da bildiği ama çok önem vermediği rahim kanserinden kaybettik. Murat abimde evlendikten sonra dayım yalnız kalmak istemediği için kızının yanına taşındı.
Yani zamanla herkes kendi yoluna gitti. Ev bakımsız, kimsesiz kaldı.
Sonunda, tüm ailenin ortak kararıyla, bir müteahhitte verildi.
Veda…
Dalından erik topladığımız, altına örtü serip salladığımız dut ağacı, önünde keyifli akşamlar geçirip mangallar yaktığımız, merdivenlerinde oturup yoldan geçenlere baktığımız, acısını da sevincini de geçirdiğimiz nice anılarla dolu o evin yerinde artık bir öğrenci yurdu var.
O zaman çok düşünmüştüm, alsak mı, onarsak mı, biz mi otursak diye… Ama sağı, solu, arkası yüksek binalarla dolmuştu. Hayat şartları da izin vermedi.
Bir gün yolunuz İncivez’den geçerse, o yurt binasına bir bakın. Önünde durup gözlerinizi kapatın. Bahçede sebzelerin arasında dolaşan küçük Ahmet’i, salondaki kanepesinde oturan anneannemi, “Anacum, anacum!” diye söylenen Hafize yengemi… Kim bilir, belki dedemi ve dayımı da görürsünüz…
Artık yerinde olmasa da, Üstünbaş’ların evi hep orada… Hep anılarda…